12 Ocak 2011 Çarşamba

Dört Harfliler...

Onların ten renkleri herkesle aynı değil, gözlerinin ışıltıları da yapay... Elleri hep kirli, yıkadıktan sonra bile temiz değil avuç içleri... Merhaba derken, tokalaşırken kendilerinden emin ve sertler... Rujları bozulmaz, kravatları dağılmaz onların. Kalpleri sağ kasıklarında saklı, beyinleri göğüs kafeslerinin içinde... Bellerinde hep elleri var yakından bakınca... Saçlarına kimseler dokunmamış, okşanmamışlar. Ellerini tutacak olsanız onlar da sıcak değiller... Sizin kulağınıza küpe olacak her şey onların kulaklarında şüphedir söylendiğinde... Basamakları severler ve basamakları sayarlar düşlerinde... Kimin omuzları kendi ağırlıklarını taşır, bilirler... "Hayır" diyemeyenlerle dalga geçerler ama sadece onlarla geçinebilirler... Dört harfin hakkını, hayatın ıssızlığını rızalarıyla seçerek verirler... Sadece kendilerini severler, bu yüzden en çok aynaya baktıkları zaman tehlikelidirler...


Çoğu sanatın bir dalında arsız, iddialı ve fütursuzdur... Fotoğrafçıdırlar, yapılan tüm iyilikleri anında fark edip ölümsüzleştirirler ve yine anında rafa kaldırırlar; üzerlerine yapışmış pozları vardır... Şairdirler kimi zaman, en çok başkalarından çaldıkları mısraların üzerinde dolaşırlar; kelimeler için bile saklanmış kozları vardır... Koleksiyon yaparlar, sıraya dizdikleri insanların sadece pullarını, peçetelerini değil, kalplerini de biriktirirler; herkesin üstünü örtmeye yetecek tozları da vardır...

Okul sıralarından, çalıştığımız odalara, yaşadığımız evlere kadar sızmışlardır... İlkokulda, okuma panosundan kırmızı kurdelenizi yürütenler, parmak kaldırdığınızda kolunuzu aşağı çekenler kimse, günün birinde "imza: bir dost" diye mektup yazanlar da onlardır... İşe geç kaldığınızda en yüksek "günaydın" sesi onların ağzından çıkar.  Hele ailenizde böyle biri varsa, tüm kuralları hiç sıkılmadan kendisi için yeniden yazar... Sizi alkışlarken avuçları terleyen, yemin ederken tek ayağını kaldıran, tebrik ederken ağzı kuruyan, desteklerken boğazı düğümlenen, iyi dileklerde içi burulan insanları yaşadıkları ilişkilerden de kolayca tanırsınız. Hiçbirinin aşktan yaraları yoktur, sadece zaferlerine gölge düşüren, engellenememiş hayal kırıklıkları vardır...

Bazen yan yana yıllarınız geçer... Söylediğiniz her sözden onlara da bir pay çıkar... Oturmaları için yer verirsiniz, oturmamanız için yerlerinden kalkmazlar... Verdiğiniz sürece yakın, adım atmadığınızda mesafelidirler... Evet terli ve kirlidir onların avuç içleri, boş tutttukları için de okunaklıdır avuçlarındaki hayat çizgileri... Sürekli dudaklarını ısırırlar... Kollarında kendi tırnaklarından ilginç desenler, izler vardır... Kıskançlık ve bencilliği de beraberinde taşır cepleri...  Bir kalabalığa kendilerinden önce isimleri girsin isterler... Kimseye benzememe fikrine rağmen, geçen zaman ifadeleri kadar benzer kılar farklı isimlerini...

Gün gelir bakışlarından tanınırlar artık... Alaycı, soğuk ve kazanmış gibi bakar gözleri... Güçlüdürler, çünkü çok zayıftırlar; bu yüzden tek şanslarıdır özenle hazırlanmış üstünlük gösterileri... Kibirle büyüdüklerini sanırlar ve bir gün büyük yarışları kadar aldanırlar hayata, aynı hikâyedeki gibi...

"Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?

-On yılda, demiş kavak.

-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak. Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!

-Doğru, demiş kavak.

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış.

Sormuş endişeyle kavağa:

-Neler oluyor bana ağaç?

-Ölüyorsun....

-Niçin? diye sormuş.

-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için... diye cevap vermiş kavak"

Fark etmiyor musunuz? Hırs her zaman başarı hikâyesi olmuyor hayatta, sizi yok eden bağımlılığınız olup çıkıyor sonunda... Size bakarken gözlerimizi kıstığımızda, acıdığımızı görmek yerine hâlâ imrendiğimizi mi düşünüyorsunuz? Balık denizde yaşar ama denizi içmez derler... Siz denizi içerek bile bir yere varamıyorsunuz... Önceleri sizi kendi gibi seven birinden, artık bir nefeslik sevgi de alamıyorsunuz. Kazdığınız kuyulara önce sizin ayağınız takılıyor, biz içine düşüyoruz ama siz oradan hiç çıkamıyorsunuz...

***

Hırs kelimesi dört harflidir, sayısı insanları korkutan üç harflilerden bir fazla... Asıl en çok korkulması gerekenler onlardır yaşadığımız şu hayatta... Korkarız çünkü onların kutsal kitabında yazan "amaca ulaşmak için her yol mübahtır" cümlesi yazmaz bizim kitabımızda... İyiliğin sonsuz adaleti varken; bir yalanla, bir iftirayla, bir tuzakla satmayız inandıklarımızı birkaç pula...

"Üç harflilerden korkmam, dört harflilerden korktuğum kadar" deriz ya ara sıra, onda da günahımız varsa affola...

Kimseyle yarışmayan ve kimseye bir kötülüğü olmayanlara "iyi insan" dendi hep, yetinmeyi bilenlere belki fazladan bir madalya takılmadı ancak; hırsın yakıp yıktığı yerlerden, hırsla önce başkalarını sonra da kendilerini yakmış kimselerden de henüz bir kahraman çıkmadı.

Mevlana'nın dediği gibi: "Kanaatten hiç kimse ölmedi. Hırsla da kimse padişah olmadı."



Emre KALCI

Hiç yorum yok: