24 Aralık 2010 Cuma

Susmak Bazen Anlaşmaktır

Nerde iri bukleli, kıvrcık saçlı bi kız görsem sen geliyorsun aklıma. Ne zaman armut vücutlu bir kadın görsem yine sen.. "oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız.." dizesinde sen. ve ne vakit kocaman halka küpeli birine rast gelsem..


Biz şehirde büyümüştük, O ise Egenin bir köyünde. sıcacık bi köy. Deresi var, zeytin ağaçları, bahçede limon ve nar ağaçları, yumurtlayan bir sürü tavuk, süt veren inekler, ufak bi zeytinyağı fabrikası, buz gibi akan çeşmeleri, ovalara açılan tepeleri, bol bol yeşilliği, gübresi, güneşi, gölgesi.. 
bahar geliyordu o vakit. sevgilimden ayrılmıştım. ilk kez bir ayrılıkta öleceğimi sandım. ağzımı bıçak açmaz olmuştu. kendinden ürker mi insan, ben ürkmüş, ufak bi çocuğun annesinin sözünü tutması, hatta bunu candan istemesi gibi Zeytin'i dinlemiş, O'nunla köylerine gitmiştim. tam bi terapi merkezi. 

hani en yakın arkadaşınız sizin susarken ne düşündüğünüzü çok iyi bilir ya, o yakın arkadaşınız bakarken zihninizdeki resmi görür ya, Zeytin traktörün arkasında bi sağa bi sola savrulduğum, midemin çıkıp ağzıma geleceğini sandığım o yolculukta gözlerini ayırmadan izledi beni o gün. bazen "şşşş.." dedi sadece. ninni gibi. "iyi olacaksın minik kız" gibi.. göz göze gelince "geçsin artık" diye sözsüz yalvardığımı hatırlıyorum, O'nun bunu anladığını, "merak etme" bakışını, bana verdiği o gücü.

traktörle tepelere çıkmıştık. Annesi, babası ve erkek kardeşi Tosuncuk (ben böyle sevimli bi surat daha görmedim) ilerde oturdular, biz daha yukarıda.. köy ayaklarımızın altında uzanıyordu, bahar hoş gelmişti, kıra da sayısız papatya. ah ne severim onları.. hafif hafif bi rüzgar yanaklarımızı öpüyordu, saçlarımızın kokusunu hatırlatıyordu bize. kendimizi bu yüzden bile sevebilirdik, orada bir daha hatırladık. sessizce oturduk, açık mavi gökyüzünü izledim dakikalarca. Ben yaramı düşünüyordum, O kimbilir neyi. sessizliğimizi Zeytin'in refleks halini almış hareketi bozuyordu. parmaklarını çıtırdatmadan yaşayamazdı ki bu kız. ileri geri bazen sallandığını, gözlerini bi noktaya sabitleyip çok mühim şeyler düşündüğünü hissederdim. o dalmışken ben Zeytin'i izler, köyü, başka hiç bir yerde o tadı bulamadığım zeytinyağını, zeytinyağının O'nun hayatını nasıl şekillendirebileceğini, acabaları, belkileri, olabilirleri, yattığı odayı, babası, annesi, sevdikleri, hayalleri, beni coşturan gülmesini, cesareti, zekası, farklılığı daha sayısız O'nunla ilgili ayrıntıyı düşünür, hepsini bi resimde tamamlayıp ne hissettiğini beyhude anlamaya çabalardım.

aşktan yana umduğunu bulamayan bi kızdı Zeytin. elindeki herşeyini veren yine de yaranamayan biri.. tüm kalbiyle sevip de sonunda hiç olan bi ilişki Zeytin'in değişmez kaderiydi. Belkide o gün tepede bunları düşünüyordu, kimbilir. Babası ile konuşması birkaç kelimeyi geçmeyen, O'nunla göz göze gelmeyen, babasına isteklerini annesi aracılığı ile dile getirebilen, evin içindeki yetmezliğin, huzursuzluğun bi gün son bulması umudunu hep içinde taşıyan, bi gün değişecek cümlesi ile uyanan bi kızdı Zeytin. Köy coğrafyasının O'nun ruhuna yetmediği bi kız..

ufacık şeylere çok içerler fakat belli etmezdi O. odasına çekilir, yatağının üzerine bağdaş kurar, bir öne bir arkaya sallanırken kim bilir neler hayal eder, sigara paketi elinde, kutunun kapağını bi açıp bi kaparken, sayısız sigara tellendirir, onları içmez adeta emerdi. işte tam o anda, hayallerini içtiğini düşünürüdüm Zeytin'in. zihninden kaçıp gitmeden hepsini içine hapsettiğini. Ve başardığını, hayallerini eline almış bi kızı seyretmekten hoşnut, duyduğu müthiş hazzı görürdüm yüzünde. sonra kalkıp "sana Türk kahvesi yapayım mı?" derdi. köpüklü kahveler bitince bana fal bakardı, çok ayrıntılı, bol renkli, umut dolu. Olmasını istediklerini anlatıyor derdim, soru sormadan dinlerdim.

yaşadığı köye rağmen rengarenk ojeleri severdi, kırmızı ruju, büyük halka küpeleri, köyde kimsenin bilmediği o müzikleri, yazarları. ritm duygusu ile doğmuştu sanki o  kız. müziğe ahengi konusunda kesinlikle hepimizden apayrıydı. çocukluğunda doğayı çok dinlemiş galiba diye kendimce yorumlardım bu durumu. cildi tıpkı bi mermer gibi pürüzsüz ve parlaktı. saçına da tenine de kendi yaptıkları zeytinyağlı sabunlarından başka bişey sürmezdi. koca koca kalıp sabunlar. kokusu hiç cezbetmeyen sabunlar.. banyoda, mutfakta, lavaboda her yerde kullandıkları zeytinyağlı sabunlar.

Zeytin seni ne zaman düşünsem içimde savunmasız bi çocuk can buluyor. okulun koridorunda başında beren, boynunda kendi ellerinle ördüğün upuzun atkın, kısa füme montun, altında siyah eşofmanların, sırt çantanla bana doğru yürüyosun. biraz "ben geldimmm" beklentisi, biraz "benden habersiz bişeyler mi oluyor?" endişesi var çocuk gözlerinde. ne zaman aklıma sen gelsen, bakışına dayanamayıp kolumu omzuna atıyorum, okulun önündeki çimenliğe doğru yürüyoruz. gidip o çimenlere acılarımızı akıtıyoruz. ne zaman kolumu omzuna salsam, çocukluğuma sarılıyorum ben. iyi oluyoruz biz, iyi.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Öncelikle yeni tasarımını çok beğendiğimi ifade etmek isterim.

Ve bu güzel yazı ile de beni tozlanmaya başlamış hatıralarla yüklü geçmiş yıllarıma götürdüğün için de ayrıca teşekkür ederim.

Kimimizin siyah/beyaz ve kimimizinse renkli kalmayı başarabilmiş anıları, geçmiş dostlukları, paylaşımları yada ne bileyim saklambaç oynadığım mahallemde şimdilerde yıkılmış olan bir ev, koşuşturup oynadığımız harman dövülen çayırlık, sohbetlerini ağzımız açılarak hayranlıkla dinlediğimiz Terzi Muzaffer amcamız, Nalbant Mehmet amcamız, yazlık sinemamız, öğretmenler gününde lalelerini çaldığımız Kel Sezai amcamız gibi mutlak birileri vardır kısa sohbetlerimizde bahsi olup bizi o yıllara taşıyan ve ruhumuzu genç tutan, çocuk tutan. Teşekkürler Heidi. Teşekkürler Günlük.

Heidi dedi ki...

tasarım tekrar ve sanırım son kez değişti. bu sadelik hoşuma gitti. :)

nahcivan'ın yalnızlığından olsa gerek, tozlanmaya başlamış anıları bulup çıkarmaya başladı beynim. güzel duygulara vesile oluyorsam ne mutlu bana.

o hoş anıları blogunda anlatsan ne güzel olurdu sevgili peneus. en çok merak ettiğim terzi muzaffer amcayı..